MİDİLLİ ADASI,  YUNANİSTAN

3 gece 3 gün tüm adayı gezdik: Midilli Rehberi

Herkese merhaba!

Bu rehber diğerlerinden biraz farklı olarak, yaptığımız bu yolculuğu ve çizdiğimiz rotayı detaylı olarak anlatacak:) Umarım beğenirsiniz.

Bu seyahatin diğer farkı ise bu sefer ailecek yapmamış olmamız.Hatta yıllar yıllar sonra hem Atlas olmadan hem de benim bir arkadaşımla yaptığım ilk seyahat olması.

Atlas’ı çok özlemiş olmamın yanı sıra, bu tatil bana çok iyi geldi.

O zaman hazırsak başlayalım. 2017 yılında Midilli’ye ilk kez Yalçın’la bisikletlerle gitmiştik. Bisikletle gitmiş olmamız münasebetiyle de çok fazla gezme şansımız olmadı, yalnızca Plomari’ye geçmiş ve orada kısa bir tatil yaptıktan sonra geri dönmüştük.

Bisikletle yaptığımız geziyi merak edenler buraya tıklayarak bazı bilgilere ulaşabilir.

Ben detaylı bakamam, direkt gezilecek noktaları söyleyin derseniz diye, sizi direkt yazının sonuna alalım 🙂

Midilli’ye geçmeden önce:

Artık yalnız Ayvalık’tan değil, Küçükkuyu’dan da Midilli’ye geçme şansımız var. Tabi Ayvalık’tan geçerken Mitillini’ye gidiyorken, Küçükkuyu’dan seferler Molivos’a oluyor. Küçükkuyu’dan sadece Turyol’un feribotları kalkıyor.

Biletler, feribot yolculuğu, bisiklet taşıma gibi bilgiler burada 🙂

Yurt dışı çıkış harç pulunuzu almak için de 2 yöntem var. Ya kapının hemen yanındaki vezneden alabilirsiniz ya da seyahatten maksimum 15 gün öncesinden olacak şekilde banka veznelerinden pasaport numarası, isim ve T.C. Kimlik numarası ile dekont alabilirsiniz. Biz bu seferlik dekont aldık, bir sorun olmadı.

Seyahat günü kapıdan geçmeden önce mutlaka biletinizi aldığınız firmaya gidip check-in yapmanız ve biletinizi almanız gerekiyor. Erkenden gelenler, kapının yanındaki cafe’de vakit geçirebilirler.

Bu arada arabayla geldiyseniz, ara sokaklara park edebilir yada bizim gibi feribot iskelesinin hemen çaprazında yer alan otoparka park edebilirsiniz. Biz perşembe öğleden sonra bırakıp pazar akşamı teslim aldık. Öyle olunca günlüğü 20 liradan 100 lira ödedik. Ama ara sokaklar bedava:)

Midilli’ye geçiş ve ilk akşam:

Bizim feribotumuz Akşam 18:00’deydi ve günlerden perşembe olması sebebiyle bizle birlikte feribotu bekleyen, sabahtan Ayvalık pazarı için gelmiş yüzlerce ada sakini vardı! Ekstra bir kalabalık söz konusuydu anlayacağınız. Kapılar açıldığında biz de sıraya girdik ve biraz da itiş kakış önce kapıda güvenlikten sonra pasaport kontrolden geçerek bizim feribota bindik. 1,5 saatin sonunda gün batımı yaklaşırken Midilli’ye vardık.

İndikten sonra da yine itiş kakış bir pasaport kontrolü sırasını ve güvenliği geçince artık resmi olarak Midilli’deydik.

İlk iş olarak oteli bulduk, eşyalarımızı bıraktık ve kendimizi dışarı attık. Otelimiz Porto Lesvos, oldukça eski bir otel ama yeri çok merkezi ve Mytilene’deki diğer merkezi otellere kıyasla fiyatı daha uygundu. Ertesi gün sabah erkenden aracı teslim alıp yola çıkmak istediğimizden kahvaltı için hem yer bulmakla uğraşmayalım hem çok zaman almasın diye oda-kahvaltı şeklinde bir yer tercih ettik.

Akşam otelden çıktıktan sonra kısa bir yürüyüşle sahil kenarındaki yerlere baktık. Canımız sadece aperatif bir şeyler yemek istediğinden, To Navagio’ya oturduk ve birer bira ile bira tabağı sipariş verdik. Ama ne değişik ve büyük bir tabak! Yan masadaki kadın bile ufak çaplı bir şok geçirip bunu da belli etti:)) uzunca bir süre de tabağımızdan gözünü alamadı. Bizim hayalimizdeki tabaktan oldukça farklı ve çok büyüktü, zaten bitiremedik ama birayla birlikte daha çok kızartma tarzı şeyleri tercih ederdim. Burada bu dev tabağa ve iki küçük biraya 22 Eur ödedikten sonra kalktık ve sahil kenarında biraz yürüyüş yaptık, ardından buranın mağazalarla dolu ama saat çok geç olduğundan hepsinin kapalı olduğu caddeden geçerek Retro Bar’a oturduk ve birer Frappe söyledik. Sonrasında ise hemen arka sokaktaki otele attık kendimizi.

1.Gün:

Sabah kalkar kalkmaz, kahvaltıya indik, sonrasında da eşyalarımızı alıp kiraladığımız aracı teslim almaya gittik.

Biz aracı günlüğü 35 €’dan Avis’ten kiraladık. Belki burada daha ucuza kiralayan yerel işletmeler vardır ama biz işimizi şansa bırakmak istemeyip rezervasyonumuzu gelmeden önce yapmıştık.

Zaten hem otele hem de limana yakın olan Avis ofisinden gidip aracımızı (Fiat Panda:)) teslim aldık. Biz rotamızı Mitillini’de başlayıp yine Mitillini’de bitecek şekilde, adada tam bir tur atmak üzere planlamıştık. Bunun yaparken de önce kuzeye gitmeyi, yani saat yönünün tersinde ilerlemeyi tercih ettik. İlk gün için planımız, sırasıyla Thermi, Mantamados ve Skala Skamias’tan geçerek Molivos’a ulaşmak ve geceyi orada geçirmekti.

Belirlediğimiz ana noktalar haricinde oldukça esnek davranıp, canımız istediği yerde durup, istemediğimiz yeri es geçmeyi planlayarak hemen yola çıktık. Daha çıkar çıkmaz ilk gördüğümüz tabeladan içeri girdik, Mitillini’yi kısmen tepeden gören bir noktada durduk, gördüğümüz sevimli kilisenin içine girmek yerine yola geri döndük.

Sonrasında ise uzun yol yapmadan bizim için yapılacak ilk şey markete girip atıştırmalık bir şeyler almaktı. Kuzeye doğru ilerlerken sağdaki kocaman Lidl’ı görmemeniz imkansız, su, atıştırmalık ve içecek aldıktan sonra yönümüzü Thermi‘ye çevirdik. Aralarda merak edip gördüğümüz bazı köylere saptık, bazılarını es geçtik. Diyeceğim o ki, arabamız Fiat Panda gibi minik bir araba olmasa, bazı sokaklardan asla çıkamazdık. O yüzden yolun nereye gittiğine mutlaka bakın, bazen sizi farklı sürprizler bekliyor olabilir!

Thermi’ye giderken Panagia’da durup yolun kenarındaki Suzaka Coffee Bar’da tabi ki bir frappe molası verdikten sonra ilk ana durağımız Karyes tepesinde yer alan Moni Agiou Rafeil Manastırıydı. Adada bir çok manastır var, 3 rahibe (Raphael, Irene ve Nicholas) adanmış bu manastır 1960 yılında yenilendiğinden oldukça bakımlı, bembeyaz, geniş bir avlusu olan adanın popüler manastırlarından biri. İçerisindeki kilisedeki tasvirler de çok canlı ve koyu renklerle boyanmıştı. Manastıra gitmek için ana yoldan manastırın tabelasını takip etmeniz ve virajlı yollardan içeri bir kaç kilometre gitmeniz gerekiyor.

Buradan çıkıp Thermi’nin merkezine doğru yol alıyoruz. Ufacık çarşısı olan bir kasaba Thermi, içinde bir kule var ancak çıkamıyorsunuz, kapalıydı. Kulenin adı Tsoukaladellis. Manastır hariç Thermi’de yapılacak bir şey yok anlayacağınız.

Thermi’den ayrıldıktan sonra Agia Paraskevi‘ye uğramadan önce sırf merakımızdan Bridge of Kremasti‘ye gittik. Öyle toplu taşımayla ulaşımın mümkün olmadığı bir yer burası da. Altındaki dere neredeyse kurumuş, Agia Paraskevi’den yalnızca 1-2 km uzakta olsa da, Roma Su Kemeri (aşağıda bahsettim) çok daha güzel, burası es geçilebilir.

Agia Paraskevi’ye gitme amacımız ise, orada bulunan Endüstriyel Zeytinyağı Üretim Müzesi‘ni ziyaret etmekti. Giriş kişi başı 4 €. Burada Zeytinyağı üretiminin aşamalarını tek tek görme şansınız var.

Bu arada Agia Paraskevi’de çok şirin bir kaç cafe var, dinlenmek isterseniz buralarda biraz zaman geçirebilirsiniz.

Agia Paraskevi’den sonraki durağımız Taksiyarhis Manastırıydi. Mantamados‘taki bu manastır, Midilli’nin en büyük manastırlarından biri. Buranın da tabi ki oldukça değişik bir hatta birden fazla hikayesi var.

Taksiyarhis adanın korucu azizi olarak geçiyor ve demir ayakkabı giydiğine inanılıyor. Bu nedenle gelenler sürekli manastıra metal ayakkabı bırakıyorlar ve sonrada dileklerini diliyorlar. Bu arada o ayakkabıları giyip sizin dileğinizi yerine getirdiğine inanıldığı için ayakkabının kontrolünü yapmaya gelenler ve eskimiş mi diye bakanlar bile var.

Daha da önemlisi Melek Mikail’in nadir bulunan ikonlarından biri bu manastırda. Fotoğraf çekmek yasak olduğu için fotoğrafını paylaşamıyorum. Ancak manastırdaki kilisenin içinde bu kabartmalı ikonu görebilirsiniz. Bir inanca göre, Mikail’in ikonunun yüzü herkese farklı duyguda görünürmüş, o nedenle de insanlar resmen kalabalık oluşturuyorlar önünde ve sırayla herkes karşısına geçip yüzüne bakıyor tek tek. Bu kabartmanın da hikayesi şöyle: Bir gün manastır korsanlar tarafından saldırıya uğruyor, bütün rahipleri öldürüyorlar, tek biri hariç. Onu da baş melek Mikail gelerek kurtarıyor o da, ölen rahiplerin kanının aktığı toprakla bu ikonu yapıyor.

Biz gittiğimizde çok aşırı bir kalabalık yoktu ancak bazı özel günlerde, çok kalabalık olduğu söyleniyor. Tarihlere bakıp gitmekte fayda var.

Bu arada burada manastırın dışındaki çay bahçesinde mutlaka çikolata soslu lokma ve ballı fındıklı yoğurt yiyin demişler. Açıkçası yenilmezse ölünecek bir lezzet göremedik ancak canınız bir şeyler atıştırmak isterse oturup yiyebilirsiniz.

Son olarak eklemeden geçmek istemedim, manastırın girişine gelmeden yolda kenarda bir uçak göreceksiniz. Bizim okuduğumuz kadarıyla bu uçak bir gün manastır yakınlarına düşer ve tüm pilotlar Başmelek Mikail sayesinde sağ kurtulur. O günün anısı olarak da bu uçak buraya konur.

Manastırı da gördükten sonra, en çok merak ettiğimiz yerlerden birine geçiyoruz, Skala Sikamineas. Aslında burada sadece ufacık bir balıkçı barınağı var, bir tane lokanta var ve neredeyse denizin üstünde diyebileceğimiz minicik bir kilise var. Ancak o denizin sakinliği, o kilisenin denizdeki kayalar üstündeki duruşu bir anda içinizi bir huzurla dolduruyor. Tabi bol bol fotoğraflar çektik, o kadar güzel görünüyor ki… Biraz yol üstünde durup dinlenmelik, bir nefes almalık durak.

İlk günümüzü denize giremeden, gün batmadan biraz önceki en güzel saatleri Molivos’taki Molivos Kalesi‘nin yanında yer alan Byzantino’da karşılıyoruz. Bu arada kale 16:00 – 16:30ngibi kapandığı için gezemedik içini, dışından dolandık.

Biraz dinlendikten sonra otele doğru yola çıkıyoruz ama ne çıkmak, nerelerden geçiyoruz, çarşının içine giriyoruz, lokanta ve dükkan sahiplerinden azar yiyoruz, gittiğimiz yollar bir süre sonra merdivene dönüşüyor, arabayla geri geri gelmek zorunda kalıyoruz. Haritada otelin yeri yanlış görünüyor çünkü. Otelimiz, havuzlu mavuzlu bir otel: Akropol Guesthouse. Ama tabi saatten ötürü son suya girme hayalimiz de suya düşüyor 🙂 Bir de otel aslında Molivos merkeze yakın ancak geçtiğiniz yollar biraz ıssız, hele de gecenin bir saati karanlıkta, insan biraz korkuyor doğrusu. Rezervasyon yaparım falan diyorsanız, bunu dikkate alın derim.

Molivos tabi ki adanın en kalabalık yerlerinden birisi, haliyle akşam yemek yemek için yer bulmak da çok kolay olmuyor. Biz biraz turladıktan sonra, limana doğru iniyoruz ve oradaki Le Grand Bleu lokantasında yer buluyoruz.

Şarapla pişirilen ahtapot (Bundan sonra hayatta ızgarasını değil bunu yerim sadece, yumuşacık oluyor, o ızgaranın lastikliğinden eser yok), barbun balığı, greek salad ve peynir söyleyip yanında Ouzo ile keyfimize bakıyoruz. Yıllar sonraki ilk rakım olunca bir de yanında canlı müzik olunca, ne iyi gelmişti… 🙂 Biraz yunan biraz türk ezgileri dinledikten sonra yemeğimiz de bitince oradan kalkıp yine limandaki Briki Cafe – Bar‘a geçiyoruz. Burada o akşam çok hoş bir canlı müzik vardı yine, bir şeyler daha içip, otelin yolunu tutuyoruz.

2.Gün

İkinci gün kalkar kalkmaz hazırlanıp otelden ayrılıyoruz. Bu sefer kahvaltı dahil olmadığı için planımız Molivos’ta biraz turlayıp öyle kahvaltı etmek.

Molivos’un daracık arnavut kaldırımlı sokaklarını, baştan başa kat ettikten sonra kahvaltı için bir yerler arıyoruz ancak yok yok yok. Her yer kapalı, henüz açılmamış. Molivos henüz güne başlamamış. Biz de tekrar limanın yolunu tutuyoruz ki doğru yaptığımızı anladık. Dün bir şeyler içtiğimiz cafe açıktı ve kahvaltı servisi veriyordu.

Çok da bayılmadığımız kahvaltımızı ettikten sonra yola çıkıyoruz. Planımız biz kalkana kadar açılsaydı, çok meşhur olan Blue Fox’ta tatlı yemekti ancak bizim de pek vaktimiz olmayınca açılmasını bekleyemedik.

Bu arada Molivos’un evleri, sokakları çok hoş, bir şeyler yiyip içmek için bol miktarda yer var, denizi de fena değil gibi görünüyordu uzaktan ama bana kalsa özellikle deniz tatili için güney kıyılarını tercih ederim, yine de gezip görmek pek keyifliydi.

Molivos’tan sonra ilk durak Petra. Petra’ya yola çıktıktan bir kaç dakika sonra Molivos’u tepeden gören bir noktada bir kaç fotoğraf çekiyoruz. Petra, Midilli’nin en meşhur yerlerinden biri ama neden öyle varınca bir anlam veremedim. Denizi o kadar aman aman değil, çok tarihi yada doğal bir güzelliği yok ama seviliyor işte, çözemedik.

Sürekli denize girme hevesiyle dolaştığımızdan Petra’da biraz denize girmek için Eden Cafe & Bar’a ait plajda şezlonglara kurulduk, hemen yastıklarımız geldi biz de Cappuccino Freddo’larımızı söyledik ve kitaplarımızı okumaya başladık. Cappuccino Freddo’yu soğuk cappuccino gibi düşünebilirsiniz. Yunan sınırlarında Frappe dışında bu içecek de çok meşhur, sanırım gençler daha çok tercih ediyormuş.

Tura dönecek olursak, deniz biraz dalgalıydı,canımız denize girmek istemedi, biraz takıldıktan sonra tekrar yollara düştük. Petra’da çok görmeye değer bir yer varmış gibi gelmedi bize.

İstikamet Sigri. Hem Sigri’yi hem de Petrified Forest yani taşlaşmış ormanı görmeye gidiyoruz. Yolda Skalochori köyünden geçip Antissa’daki Moni Perivolis Manastırı’na gitmek istedik ancak kapalıydı. Sigri’ye varmadan önce ise Antissa – Sigri arasındaki manastıra çıkıyoruz. Çıkıyoruz diyorum çünkü oldukça yüksek bir tepede (deniz seviyesinden 511 m yükseklikte) avlusu pek güzel ama kendisi hiçliğin ortasında gibi duran bir manastır Moni Agiou Ioanni Theotokou Ipsilou Manastırı. MS. 800 yılında yapıldığı söyleniyor ve adanın en eski manastırı olma özelliğine sahipmiş. Avlu içinde kilise dışında bir de ufak bir müze bulunuyor, burada çok eski kutsal kalıntılar, el yazmaları, haçlar, inciller, ikonlar… gibi bir çok dini eşya da yer alıyor. O kadar eskiler ki görünce hayret ettim şahsen.

Oradan çıktıktan sonra tam Fosilleşmiş Orman’a yani Petrified Forest’a dönecektik ki bir adam durdurdu bizi, kapalıymış ormana giriş, istersek Sigri’nin içinde bir müze var – Fosil Orman Doğa Tarihi Müzesi – orada görebiliyormuşuz ama biz girmek istemedik.. Bu arada yolda da bir kaç taşlaşmış ağaca denk gelmek mümkün. Tabi ki tellerle çevrili, dokunamıyor, yanına gidemiyor sadece uzaktan bakabiliyorsunuz.

Bu bölgede 20 milyon yıl öncesindeki volkanik patlamalar nedeniyle tüm bölge, açığa çıkan lav ve küllerle kaplanmış. Yalnızca ağaçlar değil, bir çok tohum, meyve, yapraklar ve hayvanlar bile fosilleşmiş. Müzede de bunların bazılarını görme fırsatınız var.

Sigri‘ye vardığımızda deniz biraz dalgalı diye, kaleye giriş kapalı diye başta biraz şaşırdık ama sonra plaj kısmına doğru ilerleyince fark ettik ki deniz fazlasıyla durgun burada. Ancak oturmak istersek sadece 2 opsiyon var, birincisi havlunu kuma atacak, denize girip çıkacaksın, hiç bir şey alacak bakkal bile yok plajın yanında, yada şemsiye ve şezlongun ücretli olduğu bir işletme var orada duracaksın. Biz onun yerine karnımız da hafif acıkmışken, plajın karşısındaki restoranda bir şeyler atıştırıp sonra plajda bulduğumuz bir banka eşyaları bırakıp denize girmeyi tercih ettik.

Yemek yediğimiz restoranın adı Plaz Restaurant. Sonrasında yola çıkmadan tekrar bir şeyler içtiğimiz cafenin adı da Veranta Cafe- Snack Bar.

Sigri – Eresos arasındaki yol tam bir felaket, üşenmeyin geri ana yola dönün, fazla yol yapın ama temiz temiz gidini. Eresos’a varana kadar mahvolduk. Eresos adeta bir yazlık yer ama esas güzel kısmı orası değil, sahili. Yani gidince tüh niye burada kalmadık dediğimiz yerlerden ilki olan Skala Eresou.

Skala Eresou, kocaman ve geniş bir sahili olan, aşırı kalabalık olmayan, bir çok kafe ve restoranı barındıran bir sahil bölgesi aslında.

Sahile indiğimizde bizi meşhur Sappho heykeli karşılıyor. Sappho, antik dönemin en ünlü kadın şairi olarak biliniyor. Sappho ile ilgili en meşhur hikaye “Sappho’nun lezbiyen olduğu ve lezbiyen kelimesini ilk onun kullandığı söyleniyor. Burada her sene Lezbiyen festivali düzenleniyormuş ve buranın eşcinseller tarafından çok rağbet olduğu söyleniyor.

Halbuki bu magazinsel şeyleri kenara bırakıp, Sappho’nun kızlardan oluşan bir şiir okulu kurduğunu, 9 adet şiir kitabı olduğunu muhtemelen kimse bilmiyordur. Ben de bilmiyordum araştırınca öğrendim 🙂

Yine bazı kaynaklar, Sappho’nun zengin bir adamla evli olduğunu, bir kızı olduğunu ancak Sappho’nun bir kayıkçıya olan aşkından intihar ettiğini yazıyor. Akademisyenlerin biseksüel olduğunu düşünmesinin sebebi ise her iki cinse karşı yazdığı aşk şiirleri.

Sappho’yu bir kenara bırakırsak, Eresos’tan ayrılıp Kalloni‘ye doğru yola çıkıyoruz. Körfeze uzaktan baktığımızda gezdiğimiz yerlerin yani adanın batısının ne kadar kurak ve doğusunun ne kadar çok ağacı barındığını görmek bizi şaşırtyor. Skala Kallonis‘e varıyoruz. Kallonis bir kuş cenneti olarak anılıyor ama biz neredeyse gün batımına geldik ve kuşlara bakacak durumda değildik. Skala Kallonis deniz kenarındaki restaurantları, meydanı ve limanıyla sakin bir kasaba. Biz gittiğimizde düğün vardı, o yüzden biraz daha kalabalıktı normalden 🙂

Skala Kallonis, ismini verdiği Kallonis Körfezinin en ucunda, aslında tam ortasında yer alıyor.

Kallonis’te sahilde Aristoteles’in heykelini görüyoruz. Aristoteles 345- 352 yılları arasında biyolojik çalışmalarını burada yürütmüş, o nedenle de buraya heykelini dikmişler.

Plomari’ye daha uzun bir yolun olduğunu bildiğimizden, yemeği burada yemeğe karar veriyoruz, aslında bu bölge sardalyasıyla meşhur olsa da, biz Sampoda hızlıca pizza yiyip kalmayı tercih ettik.

Yemeklerimiz yedikten sonra, 1 saatten uzun bir sürenin sonunda gecenin karanlığında Plomari’ye varıyoruz. Dışarı çıkıp bir şeyler içsek mi diye konuşurken otelde sızıp kaldık yorgunluktan. Agios Isidoros’un yakınındaki Sandy Bay Hotel‘de konakladık. Diğer 2 otele nazaran çok daha konforluydu diyebiliriz.

3.Gün

Son günümüzü iyice sıkıştırıp koşturmak yerine, daha rahat geçirmeyi tercih ettik. Yine de anca yetiştik feribota. Sabah kalkınca önce otelde kahvaltımızı ettik. Kahvaltıyı otelde etmek çoğu zaman daha pratik oluyor. Üstelik burada kahvaltı da çeşitli ve güzeldi. Günler sonra aradığımız kahvaltıydı adeta, kendi kahvaltılarımız kadar olmasa da 🙂

Sonra henüz daha kimseler yokken Agios Isidoros Plajı’na gittik. Bana kalırsa adanın en güzel denizi burada. Plaj kumdan ziyade taşlık ve deniz birden derinleşiyor. Özellikle çocukluların dikkat etmesi gerekiyor bana kalırsa. Tesisler var ve genelde şezlong ve şemsiyelere para ödemiyorsunuz. Sadece yiyip içtiğiniz için ödeme yapıyorsunuz. Sabah henüz kimse de denizde olmadığından olacak ki, 2 tane ahtapot kıyıya çok yakın mesafede kahvaltısını ediyordu:) malesef fotoğrafını çekmek konusunda çok başarılı olamadık:) 

Plajla daha fazla fotoğrafa diğer yazıdan ulaşabilirsiniz. 

Plomari’de konaklamak için iki alternatifiniz var, biri merkezde diğeri de plajın orada kalmak. İkisinin de kendi artı eksileri var ama ben olsam plaja yakın yerde kalmayı tercih ederdim. Ancak mesafe çok kısa değil o yüzden her koşulda bisiklet, araba veya motor kiralamak daha uygun olabilir. 2017’de geldiğimizde bizim bisikletlerimiz vardı, üstelik merkeze plajdan da uzak bir yerde kalmıştık ancak sorun olmamıştı. Her gün gidip geliyorduk bisikletlerimizle. Bu sefer de zaten arabamız vardı ki gerek kalmadı 🙂 Sahilde biraz takıldıktan sonra, her ne kadar akşamdan Vatera’ya gitmeyi planladıysak da, bu plandan vazgeçip Agiasos’a uğrayıp Mitillini’ye geçmeye karar verdik. Eşyalarımızı topladıktan sonra Plomari’nin merkezine geçtik ve biraz turladıktan sonra Agiasos’a doğru yola çıktık. Plomari’deki Uzo Fabrikası ve Müzesi pazar günleri kapalı. O nedenle ziyaret edemedik. Plomari-Agiasos yolu oldukça virajlı ve bol tırmanışlı. Yol başlangıçta düzgün gibi görünse de, kısa süre sonra ormana giriyorsunuz ve yol cidden kötüleşiyor. Zaten virajlı olan yola bir de asfalt olmayan bir orman yolu eklenince oldukça yavaşlamak durumumda kalıyorsunuz.

Uzun bir yolculuktan sonra (1 saatten fazla sürmüş olabilir) Agiasos’a vardık. Agiasos’a gittiğinizde eğer ki bir araçla gittiyseniz merkeze kadar gittiğinizden emin olmanız gezinizi daha az yorucu yapacaktır:)) Biz köye arka taraftan girdiğimiz için biraz geride park etmiş bulunduk. O nedenle de merkeze giderken sürekli yokuş aşağı inip dönüşte aynı yokuşları tek tek çıkmamız gerekti.

Agiasos sevimli bir dağ köyü, sarmaşıklarla kaplı bir çarşıya, çarşının tam ortasında yer alan Meryem Ana Kilisesi’ne ve şirin cafe ve dükkanlara sahip. Dükkanlarda el işçiliğinin öne çıktığı ahşap ve seramik ürünler var. Bir de tam girişinde (bizim çıktığımız yerde) yer alan bir dükkan daha var, fotoğrafını da aşağıya ekliyorum. Biz merkezde kilisenin hemen arkasında bir cafe’de oturup limonata ve frappe içtik. Yol üstünde biraz dinlenmek için keyifli bir köy. Seramik ürünler çokça mevcut, hediyelik almak isteyenler buraya uğrayabilirler.

Agiasos’tan sonra, Mytilene’e dönmeden önceki son durağımız Moria’daki Roman Aqueduct yani Roma su kemeri. Yoldan içeri saptığınızda bir köyün içinden geçecek ve kemere varacaksanız. Köyde yer yer tabelalar var onları takip ederek de ulaşabilirsiniz. Buraya girmek için bir ücret ödemiyorsunuz, zaten açıkta ağaçlık bir alanda karşınıza çıkacak. Yaklaşık 170 metresinin korunduğu söylenen (ölçmedik 🙂 ) kemerde restorasyon çalışmaları var ve tırmanmak yasak. Bazı yerlerde taşlar o kadar aralıklı ki yıkılmasından bile korkuyor insan. Zaten isminden de anlayacağınız üzere Roma döneminden kalma bu kemerin, 2. – 3. yy gibi yapıldığı düşünülmektedir. Olympos Dağı kaynaklarından Mitillini’ye ki neredeyse 26 km’lik bir mesafeden bahsediyoruz, su taşımak için inşa edilmiştir.

Kemeri de gördükten sonra artık dönüş için Mitillini’ye dönme vakti gelmişti. Arabamızı teslim edip, Mitillini içerisinde kısa bir tur atıp, feribota binerek Ayvalık’a döndük.

Oldukça keyifli geçen bu seyahatin sonunda söyleyebilirim ki, hem denize gireyim hem gezeyim diyorsanız Midilli seyahatinizi 4 günlük planlamanızı öneririm.

Son bir not: Mümkün olduğunda harita üzerindeki yeşil ve kırmızı rotaları takip edin, siyah yollar gerçekten çok kötü, toprak ama nasıl toprak, girintili çıkıntılı, onun yerine km’yi uzatın, yine kırmızı yoldan gidin derim.

Gezdiğimiz Yerler:

  • Mytillini
  • Thermi – Moni Agiou Rafeil Manastırı
  • Agia Paraskevi – Bridge of Kremasti
  • Agia Paraskevi – Endüstriyel Zeytinyağı Üretim Müzesi
  • Mantamados – Taksiyarhis Manastırı
  • Skala Sikamineas
  • Molivos
  • Molivos – Molivos Kalesi ve Çarşısı
  • Petra
  • Antissa – Moni Agiou Ioanni Theotokou Ipsilou Manastırı
  • Sigri
  • Skala Eresou
  • Skala Kallonis
  • Plomari
  • Plomari -Agios Isidoros Plajı
  • Agiasos
  • Moria – Roman Aqueduct

Bunlar dışında gezmeye vakit bulamadıklarımız;

  • Tarti, Vatera, Melinta Plajları
  • Plomari – Uzo Müzesi ve Fabrikası
  • Sigri – Fosil Orman Doğa Tarihi Müzesi

Keyifli tatiller!

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir